6 yaşında eline aldığı ilk
kitapta yazarın adını görünce, annesine “Bu insan nasıl bu kitabı yazmış?” diye
sorduğunda, Annesi; “Dolan tüm nesneler taşar, insan da.” demişti. O yaşlarda,
dolan bir bardağa çok yavaş su damlatıp, taşmasını izlemeyi severdi. Taşmak
deyince aklına sadece bu görüntü gelmişti. O dönem evde bulduğu şiir
kitaplarını okumasını ve şiiri ekstra ilgiyle sevmesini buna bağlardı. Damla damla taşmak…
Küçükken, büyük insanların
çoğunun dolu bir cüzdanı, dolu bir tabağı, dolu bir kıyafeti, dolu bir insanı
(erkeklerdeki göğüs, kadınlardaki kas merakı), dolu ve yoğun olan her şeyi
kutsallaştırdığına kanaat getirmişti. Kanaat
getirmek deyince, bu hissi en çok yaşayanlar çocuklardır. İnsanların çoğu;
inancına, dinine, nasıl bir insan olacağına, nasıl bir meslek yapacağına, hayallerine,
yasaklarına, kalıplarına, sınırlarına çok küçük yaşta kanaat getirir. Kanaat
getirilen şey, bizim bir parçamız olur ve onu ne kadar büyüsek de kesip
atamayız. O da yeni öğrendiği çağıldamak kelimesini çok sevmişti. “Akarken taşlara, kayalara çarparak ses çıkarmak. “
Bir insanın da bir akarsu kadar çağıldama hakkı olmalıydı. Küçükken bir
arkadaşı ona “İnsan olmasan ne olmak isterdin?” diye sorduğunda nehir demişti.
Bazen taşlara, kayalara meydan okuyan bir debiyle yatağımdan taşmak ve bazen de
“ipek bir şal olup omuzdan akarcasına” sakin ve dingin bir durulmak istemişti o
an fakat bunu dillendirememişti. Yine aynı yaşlardaydı, o mavi gözleri gördüğünde
kalbinin yerinden çıkışını mı engellesin, mavi gözlerin mucizesine yenik
düşmenin tadını mı çıkarsın, ne yapacağını ve ne konuşacağını bilememesine mi
çözüm bulsun, bilmediğinde... 3 kere onun yanına gidip, “Sana bişi dicem.”
diyerek konuya girmiş; fakat iki kere arkasını dönüp giderek bir keresinde
olduğu yerde ağlayarak rezil olmuştu. Halbuki bir anlatabilseydi onun için
sınıftaki diğer tüm kızlara tekme atabileceğini, sadece ona kopya vermek
istediğini, sadece onunla vakit geçirmek ve oynamak istediğini ve bu hislerin
ilk kez bir mucize gibi yaşandığını; belki de o kızla bir kere sinemaya
gidebilirdi. Ama olmadı. Öğretmeni bir kere hırsızlıkla suçladı onu. Hırsızın
kim olduğunu biliyordu fakat ispiyoncu olmamak için değil, öğretmenin kendisini
nasıl bununla suçladığını anlamadığı ve buna karşı hiçbir cevap veremediği için
gidip o kırmızı kalemi kantinden alarak iade etmişti. Bir konuşabilseydi
öğretmenine bunun için ne kadar üzüldüğünü, kendisinin suçlanmasının onu ne
kadar kırdığını ve ne kadar yanlış olduğunu anlatabilseydi bir avukat
olabilirdi. Ya da bir arkadaşı diğerini küfretti diye dövdüğünde sırf kendi de
dayak yememek için güçlüyü tutmasaydı siyasetçi olabilirdi. Bir arkadaşı maçta
yere düştüğünde bacağı kanayan arkadaşının yarasına bakabilseydi doktor,
“penaltıyı ben atıcam.” deseydi futbolcu olabilirdi fakat o kalede durup maçı
izleyen o kız için çok iyi kalecilik yaparsam onu ne kadar sevdiğimi anlar
düşüncesindeydi. Hep gol yedi. Kız da hiçbir şey anlamadı. Sonuçta kanaat
getirdi, yazar olacaktı. Bir nehir gibi çağıldayıp, taşıp her şeyi önüne
katabilecekti ve sonra bir denizle birleştiği yerde sakinliği ve huzuru
bulacaktı. Hemen annesine gitti, yazar olmak için ne yapılması gerektiğini
sordu. Okumak ve etrafındaki tüm olayları dikkatlice gözlemlemek cevabını
alınca, bunun matematik ve fen bilgisinden çok daha kolay olacağına sevinmişti.
Anneannesi ile beraber
akrabaların İzmir-Özdere bölgesindeki kampingde diktikleri çadırda diğer
komşularla beraber tatil adı altında yaşadıkları ortama gitti. İlk gözlemi;
bikinili ve elinde biralı liseye giden ablanın, yarısı kumlu hasırda namazını
yeni bitirip dua eden anneannesine “Allah kabul etsin.” dediğinde anneannesinin
“Canım kızım, aç mısın, dolapta sütlaç var.” demesiydi. Ablanın, “Sana selam
lütfettim diye bir de lakırdı mı edeceğim?” bakışlarıyla “Çok sağol teyzecim,
okey oynayacağız.” demesinden sonra abla giderken anneannesi “Çok iyi kız.” demişti.
Bir tarafta tüm saflığıyla iyilik dururken diğer tarafta kötülük duruyordu.
Kötülük, çok güzeldi…
Kampın -bu abla da dahil-
gençlerinin; eğlencesi bira, dondurma, kamp gazinosunda dans etme ve yüzme
dışında eğlenceleri yoktu. Orada kapitalizmin tek temsili, monopol piyasaların
yıldızı bir tek Bakkal Hakkı Amca’ydı. Tekeldi. Ve bunun güveniyle de 25
kuruşluk suyu, 75 kuruşa satıyordu. Hatta ondan alışveriş etmemek için haftada
iki gün arabalarıyla şehre giden bir aile vardı. Bu zalimliğinin cezası ise
kendi oğlu dahil kampın tüm gençlerinin bakkalı soymasıydı. Kampın en hayta, en
dikkat çeken genci bir keresinde paltoyla geziyordu. Herkesin çıplak olduğu bir
ortamda hemen dikkat çektiği için onu gören herkes, illa bir şey söylüyordu. O
da hemen gülümseyerek, paltosunun önünü iki eliyle açarak –adeta Matrix gibi-
paltosunun içine tutturduğu bir sürü pedi gösteriyordu. Ve havaya fırlatıyordu.
Özellikle üstünde mayo olmayan ve dün denize girmeyen kızların yanına gittiğini
söylediğinde, onu zeki bulmuştu. Ama Bakkal Hakkı Amca’yı oyalayan bir grup
ayarlanmışken, bütün dondurma dolabının kumsalda yağmalanması en büyük gösteriydi.
Pirinci biten, çayı azalan teyzeler ve gençlerle beraber bira içip tavla
oynamak lütfunda bulunan amcaların sadece bir genci görmeleri yeterliydi. Herkes
doğal bir şeymiş gibi çalar olmuştu. Orada çekirdek alışkanlığı başlayan
insanlar olmuştu… Hakkı Amca’nın eşi Zehra Teyze bu ilişkideki “daha”
kelimesinin çoğunu hak ediyordu. Hakkı Amca’nın tek dahası “para”ydı. Kampta
hiç kimsenin görmediği halde herkesin net olarak bildiği bir şey vardı; “Hakkı
Amca’nın eşi Zehra Teyze manav traktörüyle gelen herife veriyordu.” Vermek,
kelimesinin böyle ucuz bir kullanımının olduğunu orada öğrenmişti. Daha birçok
şeyi öğrendiği gibi. Akrabalarından bir kadın, kocasına çok dikkatli
bakıldığını ve kur yapıldığını iddia ederek okey masasını yere sermişti. Karşı
komşusu kadına böyle bir itham gelince, itham edilen kadının kocası ne
yapacağını şaşırmıştı. Karısını mı savunsun, karısına mı kızsın bilemeyip para
verip Hakkı Amca’dan bira aldırtmıştı bir çocuğa. Kafası öyle karışmıştı ki,
sigara yaktığında kimsenin biraya para vermediği ortamda biraya para vermiş
olmasının saçmalığını yargılar bakışlara maruz kalmıştı. Öte yandan yılların
arkadaşlığı bir anda bitmişti. Genç dimağların kulaklarının ilk kez duyduğu
efsane küfürler edildi. Tüm kirli çamaşırlar ortaya döküldü. “Kocan, Emrullah
Beylerin kızını denizde sıkıştırdığında niye böyle bağırmadın?”lar mı dersiniz,
“Neden sadece biz mangal yaktığımız gün sizin de pişecek bir şeyleriniz oluyor;
bir kere mangal yaktığınızı görmedik?”ler mi dersiniz, “Kardeşine tecavüzden
yargılanan fakat kardeşiyle beraber kampta bulunan Şükrü’yle sabahlara kadar
okey oynuyorsunuz.”lar mı dersiniz, “Senin ayyaş kocanı ne yapacağım?”lar mı
dersiniz…
O yaz bittiğinde ağzına kadar
dolmuştu. Fakat yeterli derecede kitap okumadığı ve yeterli gözlemi yapmadığı
için henüz kalemle buluşan elleri bir türlü kağıda değmiyordu. Ya da o öyle
sanıyordu. Kitap okudukça, ailesine gelen “Solcu mu olacak bu şimdi?”
sorularını anlamadığı bir yaştaydı henüz. Herkesten gizli, bir cafeye gidip
demliğiyle gelen papatya çayını içerek kitap okuma alışkanlığı gözüne çok hoş
göründü ve bu alışkanlığı edindi. Boş vakitlerinde ve ders çalışması gereken
vakitlerde, bunu yapıyordu. Tüm harçlığını bu alışkanlığı için harcıyordu ve
yetmiyordu. Liseye yeni geçtiği dönemde, gençlerin kahvehanelerde parasına ya
da hesabına batak attıklarını duydu. İlk ve son kumar alışkanlığı bu oldu.
Çünkü kumarın insan için bir araçtan bir amaca dönebileceğini çok hızlıca
gördü. Fakat Dostoyevski’nin, Hugo’nun, Tolstoy’un verdiği haz kadar haz
vericiydi kahvehanedeki ortam. Hangi içecekten kaç tane içildiğinin bu kadar
iyi yönetilmesi, en büyük şirketlerin kurumsal yönetim çabalarını hiç etmişti.
Kitap okumanın ve gözlemlemenin;
insanın taşmasından, çağıldamasından ziyade yeni boşluklar açtığını görmüştü.
Gözlemlemek yerine yaşamak lazımdı belki de. Korkunç yerlere korkusuzca girmek
hali vücut buldu onda. Denenmemişi denemek belki onu taşıracaktı. İçinde
küçüklü büyüklü boşluklar bırakan kadınlar, ortamlar, kafa güzellikleri…
35 yaşına geldiği o günlerde,
etrafında gözlemlediklerinden dolayı herkese merhametle yaklaşıyordu. Yapılan
bütün kötülükleri insanın acizliğine veriyor ve acıyordu. Sonra hepsine
merhamet edip kimseye kin besleyemiyordu. Eninde sonunda kendisi de insandı ve
herkesin nasıl aciz olduğunu kabul etmişti. Geçenlerde birine aşık olduğunu
söyledi. “20 yılda bir insana çıkan bir piyango; bir insanın tüm inançlarından,
kanaatlerinden vazgeçip sadece birinin gözlerine bakarak mutlu olmak
istemesini, onu mutlu etme heyecanımı nasıl da anlatacağım göreceksin dostum.
Bütün okuduğum kitapların hakkını vererek anlatacağım hislerimi. Kesin kararım
diyordum ya, çocuğumuz olması fikrine bile alışabilirim.” demişti. Sonra gitmiş
kıza WhatsApp’tan “Gülten Akın- Seni Sevdim şiirini size karşı besliyorum.”
yazmış. Kız “Olmaz.” Diye cevap verince içip içip “Seni benim kadar kimse
sevemez.” yazmış. Kızı 4 kere gördüğü için kızın onu ciddiye aldığını
sanmıyorum. Ama görseydiniz gözlerini, “Gerçekten sevmiş.” derdiniz. Dün gece intihar etmiş, sabaha karşı ölmüş.
Bir küçük kağıt bulmuşlar elinde…
“Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez
bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil
mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil
mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil
mi ki ayaklar altında insan onuru,
O
kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş,
horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler
geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil
mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil
mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya
doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil
mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim
bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni
yalnız komak var, o koyuyor adama.“
William
Shakespeare