16 Şubat 2019 Cumartesi

Çoklu Kişilik Bozukluğu Hakkında Sade Nesir

Nedir bu kendimle kavgam! Loş bir sokakta, yağmur yağarken, tam da olmak istediğim ve oldurulmak istendiğim adamların gözleri önünde, çenemin sarsılmasıyla yere düşüşüm kendi yumruğumla. Neden bu kadar aciz kalıyorum kendime karşı, yerde kendim tarafından tekmelenirken…

Ben diyorum ki o sırada:
-          “Ama ben insan tekmelemem.”

Ben cevap veriyorum,  
-          “Her şeyin, olma ihtimali vardır. Düşünsene insan katil, insan tecavüzcü, insan yalancı, insan riyakâr, insan güvenilmez, insan uyuşturucu bağımlısı, insan terörist, Allah’a da Şeytan’a da puta da ateşe de ineğe de taptığını bildiğimiz insan, insan savaşçı, insan düşman, yakan da insan yıkan da. Kuş olmayı tercih ederdim ama ben de insanoğluyum.”

Nedir bu kendimle kavgam! “Arabanın iç dikiz aynasından, arkadaki araçta aşık olduğum kadının yanında şoförlük yapan adam korna çalarken ve orada ben oturmalıydım diye düşünmek yerine aşık olduğum kadını izlemeyi tercih etmişken –tam o anda- arabayı uçuruma sürüklediğimde, o uçurumu anlamlandırabilir miydi sevdiğim kadın?” diye düşünmek bana vakit kaybı gibi geliyor. Hatta “şoför” kelimesi kullanarak gıcık olduğumu belirttiğim adamın sevdiğim kadının yanında oturuyor mutlu olmalıyım ve sevdiğim kadın onun yanında oturmaktan mutlu ki benimle oturmuyor şeklinde düşünürüm. Aşkı karşımdakine duyuyorsam, onun mutluluğunu önemserim ve bununla mutlu olurum. Aşk ne güzel şey ve nedir bu kendimle kavgam! Ulan bunlar anlamaz, bunu düşünmem dediğim şeyi benim düşündüğümü açık açık söyleyeyim. Bu yazıyı buraya kadar okumuş olan herkesin bu temel zekada olacağını biliyorum.

Geçen gün iki çocuk annesi ve evli ablama (kendisi kendisine siz-… Hanım dememe bozuluyor, en azından bir gün bu yazıyı okuyacak olursa onun bozulmasını istemem) “Hayalin ne şuan?” diye sordum. “Uzun süredir Ağva’ya gitmek” dedi. Yıllardır gidememiş, İstanbul’da yaşıyor. Dedim ki “Evlilik, çocuklar, acılar sizi ne hale getirmiş farkında mısınız? Şimdi arabanıza atlasanız 2 saatte gidebileceğiniz bir yere gitmeyi, orada eşinizle tatil yapmayı hayal etmenize üzüldüm. Başka bir şey hayal edin, onu da hızlıca yapın.” Yanından ayrılıp yürümeye başladığımda “Yapabilse yapacağı şeyi hayal eder insan ve birisinin iyiliği düşünüyorsan onun hayalini küçümsemezsin, onun hayalini gerçekleştirmek için çaba sarf edersin. Bu saygısızlık bana yapılsaydı üzülürdüm. Dönüp özür dilesem nasıl olur, yok yok belki de söylediğim cümleler mantıklı gelmiştir. Zaten mantıklı şeyler söyledim ama nasıl olur da mantıklı şeyler söylemek birini üzebilir diye ‘mantıklı’ konuşmayalım mı? Sussam da saygısızlık oldu diye kendime kızardım, ‘mantıksız’ konuşsam da.”

Acaba yazının başlığını ‘Tamamını anlayanların bir sonrakini bekleyeceği yazı” mı koysam? Yuh! Bu nasıl bir egoistlik. Facebook’ta, Twitter’da ve Instagram’da kendi gönderisini beğenen adamlara çok gülerim bir de. Yazımı üstün zeka ürünü ve beğenilmesi gereken olarak tanımlamam, çok çok ayıp. Peki ayıp şeyler yapmak istememde ne sakınca var? Bir şey istedim diye kimseye ayıp olmaz ki, sonuç olarak bu başlığı koymayacağım. Neden sürekli üzerime geliyorsun ben? Çok yoruluyorum.

Nedir bu kendimle kavgam? Bütün bu kavgayı sadece sen sonlandırırsın diyerek bitirsem bu yazıyı bu aptal romantizme gülerim. Ama bir şekilde de söylemem lazım! Pişman olacağım işler yapan adamlarla, hiçbir yaptığından pişman olmayan adamların eline düşmüşüm ki bu hırpalanma canımı acıtıyor.

Çok konuşuyorum ve çok konuşmayı ahmaklık buluyorum.

3 Şubat 2019 Pazar

Anlamak çözmeye yetmez!


6 yaşında eline aldığı ilk kitapta yazarın adını görünce, annesine “Bu insan nasıl bu kitabı yazmış?” diye sorduğunda, Annesi; “Dolan tüm nesneler taşar, insan da.” demişti. O yaşlarda, dolan bir bardağa çok yavaş su damlatıp, taşmasını izlemeyi severdi. Taşmak deyince aklına sadece bu görüntü gelmişti. O dönem evde bulduğu şiir kitaplarını okumasını ve şiiri ekstra ilgiyle sevmesini buna bağlardı.  Damla damla taşmak…

Küçükken, büyük insanların çoğunun dolu bir cüzdanı, dolu bir tabağı, dolu bir kıyafeti, dolu bir insanı (erkeklerdeki göğüs, kadınlardaki kas merakı), dolu ve yoğun olan her şeyi kutsallaştırdığına kanaat getirmişti. Kanaat getirmek deyince, bu hissi en çok yaşayanlar çocuklardır. İnsanların çoğu; inancına, dinine, nasıl bir insan olacağına, nasıl bir meslek yapacağına, hayallerine, yasaklarına, kalıplarına, sınırlarına çok küçük yaşta kanaat getirir. Kanaat getirilen şey, bizim bir parçamız olur ve onu ne kadar büyüsek de kesip atamayız. O da yeni öğrendiği çağıldamak kelimesini çok sevmişti. Akarken taşlara, kayalara çarparak ses çıkarmak. “ Bir insanın da bir akarsu kadar çağıldama hakkı olmalıydı. Küçükken bir arkadaşı ona “İnsan olmasan ne olmak isterdin?” diye sorduğunda nehir demişti. Bazen taşlara, kayalara meydan okuyan bir debiyle yatağımdan taşmak ve bazen de “ipek bir şal olup omuzdan akarcasına” sakin ve dingin bir durulmak istemişti o an fakat bunu dillendirememişti. Yine aynı yaşlardaydı, o mavi gözleri gördüğünde kalbinin yerinden çıkışını mı engellesin, mavi gözlerin mucizesine yenik düşmenin tadını mı çıkarsın, ne yapacağını ve ne konuşacağını bilememesine mi çözüm bulsun, bilmediğinde... 3 kere onun yanına gidip, “Sana bişi dicem.” diyerek konuya girmiş; fakat iki kere arkasını dönüp giderek bir keresinde olduğu yerde ağlayarak rezil olmuştu. Halbuki bir anlatabilseydi onun için sınıftaki diğer tüm kızlara tekme atabileceğini, sadece ona kopya vermek istediğini, sadece onunla vakit geçirmek ve oynamak istediğini ve bu hislerin ilk kez bir mucize gibi yaşandığını; belki de o kızla bir kere sinemaya gidebilirdi. Ama olmadı. Öğretmeni bir kere hırsızlıkla suçladı onu. Hırsızın kim olduğunu biliyordu fakat ispiyoncu olmamak için değil, öğretmenin kendisini nasıl bununla suçladığını anlamadığı ve buna karşı hiçbir cevap veremediği için gidip o kırmızı kalemi kantinden alarak iade etmişti. Bir konuşabilseydi öğretmenine bunun için ne kadar üzüldüğünü, kendisinin suçlanmasının onu ne kadar kırdığını ve ne kadar yanlış olduğunu anlatabilseydi bir avukat olabilirdi. Ya da bir arkadaşı diğerini küfretti diye dövdüğünde sırf kendi de dayak yememek için güçlüyü tutmasaydı siyasetçi olabilirdi. Bir arkadaşı maçta yere düştüğünde bacağı kanayan arkadaşının yarasına bakabilseydi doktor, “penaltıyı ben atıcam.” deseydi futbolcu olabilirdi fakat o kalede durup maçı izleyen o kız için çok iyi kalecilik yaparsam onu ne kadar sevdiğimi anlar düşüncesindeydi. Hep gol yedi. Kız da hiçbir şey anlamadı. Sonuçta kanaat getirdi, yazar olacaktı. Bir nehir gibi çağıldayıp, taşıp her şeyi önüne katabilecekti ve sonra bir denizle birleştiği yerde sakinliği ve huzuru bulacaktı. Hemen annesine gitti, yazar olmak için ne yapılması gerektiğini sordu. Okumak ve etrafındaki tüm olayları dikkatlice gözlemlemek cevabını alınca, bunun matematik ve fen bilgisinden çok daha kolay olacağına sevinmişti.

Anneannesi ile beraber akrabaların İzmir-Özdere bölgesindeki kampingde diktikleri çadırda diğer komşularla beraber tatil adı altında yaşadıkları ortama gitti. İlk gözlemi; bikinili ve elinde biralı liseye giden ablanın, yarısı kumlu hasırda namazını yeni bitirip dua eden anneannesine “Allah kabul etsin.” dediğinde anneannesinin “Canım kızım, aç mısın, dolapta sütlaç var.” demesiydi. Ablanın, “Sana selam lütfettim diye bir de lakırdı mı edeceğim?” bakışlarıyla “Çok sağol teyzecim, okey oynayacağız.” demesinden sonra abla giderken anneannesi “Çok iyi kız.” demişti. Bir tarafta tüm saflığıyla iyilik dururken diğer tarafta kötülük duruyordu. Kötülük, çok güzeldi…

Kampın -bu abla da dahil- gençlerinin; eğlencesi bira, dondurma, kamp gazinosunda dans etme ve yüzme dışında eğlenceleri yoktu. Orada kapitalizmin tek temsili, monopol piyasaların yıldızı bir tek Bakkal Hakkı Amca’ydı. Tekeldi. Ve bunun güveniyle de 25 kuruşluk suyu, 75 kuruşa satıyordu. Hatta ondan alışveriş etmemek için haftada iki gün arabalarıyla şehre giden bir aile vardı. Bu zalimliğinin cezası ise kendi oğlu dahil kampın tüm gençlerinin bakkalı soymasıydı. Kampın en hayta, en dikkat çeken genci bir keresinde paltoyla geziyordu. Herkesin çıplak olduğu bir ortamda hemen dikkat çektiği için onu gören herkes, illa bir şey söylüyordu. O da hemen gülümseyerek, paltosunun önünü iki eliyle açarak –adeta Matrix gibi- paltosunun içine tutturduğu bir sürü pedi gösteriyordu. Ve havaya fırlatıyordu. Özellikle üstünde mayo olmayan ve dün denize girmeyen kızların yanına gittiğini söylediğinde, onu zeki bulmuştu. Ama Bakkal Hakkı Amca’yı oyalayan bir grup ayarlanmışken, bütün dondurma dolabının kumsalda yağmalanması en büyük gösteriydi. Pirinci biten, çayı azalan teyzeler ve gençlerle beraber bira içip tavla oynamak lütfunda bulunan amcaların sadece bir genci görmeleri yeterliydi. Herkes doğal bir şeymiş gibi çalar olmuştu. Orada çekirdek alışkanlığı başlayan insanlar olmuştu… Hakkı Amca’nın eşi Zehra Teyze bu ilişkideki “daha” kelimesinin çoğunu hak ediyordu. Hakkı Amca’nın tek dahası “para”ydı. Kampta hiç kimsenin görmediği halde herkesin net olarak bildiği bir şey vardı; “Hakkı Amca’nın eşi Zehra Teyze manav traktörüyle gelen herife veriyordu.” Vermek, kelimesinin böyle ucuz bir kullanımının olduğunu orada öğrenmişti. Daha birçok şeyi öğrendiği gibi. Akrabalarından bir kadın, kocasına çok dikkatli bakıldığını ve kur yapıldığını iddia ederek okey masasını yere sermişti. Karşı komşusu kadına böyle bir itham gelince, itham edilen kadının kocası ne yapacağını şaşırmıştı. Karısını mı savunsun, karısına mı kızsın bilemeyip para verip Hakkı Amca’dan bira aldırtmıştı bir çocuğa. Kafası öyle karışmıştı ki, sigara yaktığında kimsenin biraya para vermediği ortamda biraya para vermiş olmasının saçmalığını yargılar bakışlara maruz kalmıştı. Öte yandan yılların arkadaşlığı bir anda bitmişti. Genç dimağların kulaklarının ilk kez duyduğu efsane küfürler edildi. Tüm kirli çamaşırlar ortaya döküldü. “Kocan, Emrullah Beylerin kızını denizde sıkıştırdığında niye böyle bağırmadın?”lar mı dersiniz, “Neden sadece biz mangal yaktığımız gün sizin de pişecek bir şeyleriniz oluyor; bir kere mangal yaktığınızı görmedik?”ler mi dersiniz, “Kardeşine tecavüzden yargılanan fakat kardeşiyle beraber kampta bulunan Şükrü’yle sabahlara kadar okey oynuyorsunuz.”lar mı dersiniz, “Senin ayyaş kocanı ne yapacağım?”lar mı dersiniz…

O yaz bittiğinde ağzına kadar dolmuştu. Fakat yeterli derecede kitap okumadığı ve yeterli gözlemi yapmadığı için henüz kalemle buluşan elleri bir türlü kağıda değmiyordu. Ya da o öyle sanıyordu. Kitap okudukça, ailesine gelen “Solcu mu olacak bu şimdi?” sorularını anlamadığı bir yaştaydı henüz. Herkesten gizli, bir cafeye gidip demliğiyle gelen papatya çayını içerek kitap okuma alışkanlığı gözüne çok hoş göründü ve bu alışkanlığı edindi. Boş vakitlerinde ve ders çalışması gereken vakitlerde, bunu yapıyordu. Tüm harçlığını bu alışkanlığı için harcıyordu ve yetmiyordu. Liseye yeni geçtiği dönemde, gençlerin kahvehanelerde parasına ya da hesabına batak attıklarını duydu. İlk ve son kumar alışkanlığı bu oldu. Çünkü kumarın insan için bir araçtan bir amaca dönebileceğini çok hızlıca gördü. Fakat Dostoyevski’nin, Hugo’nun, Tolstoy’un verdiği haz kadar haz vericiydi kahvehanedeki ortam. Hangi içecekten kaç tane içildiğinin bu kadar iyi yönetilmesi, en büyük şirketlerin kurumsal yönetim çabalarını hiç etmişti.

Kitap okumanın ve gözlemlemenin; insanın taşmasından, çağıldamasından ziyade yeni boşluklar açtığını görmüştü. Gözlemlemek yerine yaşamak lazımdı belki de. Korkunç yerlere korkusuzca girmek hali vücut buldu onda. Denenmemişi denemek belki onu taşıracaktı. İçinde küçüklü büyüklü boşluklar bırakan kadınlar, ortamlar, kafa güzellikleri…

35 yaşına geldiği o günlerde, etrafında gözlemlediklerinden dolayı herkese merhametle yaklaşıyordu. Yapılan bütün kötülükleri insanın acizliğine veriyor ve acıyordu. Sonra hepsine merhamet edip kimseye kin besleyemiyordu. Eninde sonunda kendisi de insandı ve herkesin nasıl aciz olduğunu kabul etmişti. Geçenlerde birine aşık olduğunu söyledi. “20 yılda bir insana çıkan bir piyango; bir insanın tüm inançlarından, kanaatlerinden vazgeçip sadece birinin gözlerine bakarak mutlu olmak istemesini, onu mutlu etme heyecanımı nasıl da anlatacağım göreceksin dostum. Bütün okuduğum kitapların hakkını vererek anlatacağım hislerimi. Kesin kararım diyordum ya, çocuğumuz olması fikrine bile alışabilirim.” demişti. Sonra gitmiş kıza WhatsApp’tan “Gülten Akın- Seni Sevdim şiirini size karşı besliyorum.” yazmış. Kız “Olmaz.” Diye cevap verince içip içip “Seni benim kadar kimse sevemez.” yazmış. Kızı 4 kere gördüğü için kızın onu ciddiye aldığını sanmıyorum. Ama görseydiniz gözlerini, “Gerçekten sevmiş.” derdiniz.  Dün gece intihar etmiş, sabaha karşı ölmüş. Bir küçük kağıt bulmuşlar elinde…

“Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni, 
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.“

William Shakespeare