Yaşıtlarıma,
kendimden büyüklere ve küçüklere dikkatle baktığımda; herkes kendini bulmuş
gibi. Herkes kendinden emin. Bugün her yönüyle doğru karar alabildiklerini
düşünüyorlar, geleceklerini planlayacakları kadar da bundan eminler. Üç yıl
önceki fikrimle bugün için planladıklarımı yapsaydım, bugün o işlerin içinden
çıkamazdım sanıyorum. Hele de gençken hayat nelere gebe.
Büyük
bir keyifle romanlarda kendimi arıyorum. Filmlerde, müziklerde ve şiirlerde de
öyle. Bir parçamı bulduğumda ve bunun benim bir parçam olduğundan emin
olduğumda; o eseri çok seviyorum kuşkusuz. Belki bu çok küçük parçalar bir gün
birleştiğinde kendimi tamamen bulurum umudundayım. Yalnız bu umudum günden güne
kırılıyor. Çünkü sürekli ve artan bir ivmeyle parçalarımı bulamıyorum. Hatta
bulduğum ve kaybettiğim parçalarım oluyor. Mesela aşk. Kendimden bir parçayı
bulduğumda duyduğum sevinç ne kadar fazlaysa, o parçayı kaybetmem çok daha
fazlasına mal oluyor.
Kendime
güvenmiyorum. Belki de bu yüzden “güvenmek” duygusunu herhangi biri bana yoğun
bir şekilde hissettirdiğinde, bana güvendiğinde çok sıkılıyorum. Sırtımda bir
kamburum oluyor. Rahat edemiyorum. Ben kendimden henüz ne bekleyeceğimi
bulamamışken, başkalarının benden beklentileri beni fazlasıyla eziyor.
Sanırım
Nuri Bilge Ceylan’ın bir söyleşisinde duymuştum. “Düşünceleri, bazen test etmek
istersiniz söze dökerek” demişti. Sık sık bunun gibi bir şeyi ben de yapıyorum.
Ama bu; daha sonra bir şeyleri savunmak zorunda kalmama, kendimi temize çıkarmama
zorluyor. Düşünceler, beyindeki çarpışmalardan oluşan bir elektriklenme ise
kimseyi bundan dolayı sorumlu tutamıyorum. Sadece bunu test edip, bundan
vazgeçmeyene kızıyorum. Hatta kimseye kızamıyorum. Birine “Seni seviyorum.”
dediğiniz anda sevmediğinizi anladığınız olmadı mı hiç? Bunu düşünmenizi
bildiğinde bile bundan zarar görecek biriyle sevişmeyi düşünmediniz mi hiç?
Birini öldürmek aklınızdan geçmedi mi? Siz hep uyguladığınız şeyleri mi
düşünüyorsunuz? Bazı düşünceler uygulanmaz ama test edilmesinde ne zarar
olabilir ki? Kürtlerin devlet kurma fikri de, iktidar ortaya attığı andan
itibaren tüm düşünce özgürlüğü savunucularının küfrettiği “şeriat” fikri de, “Turan”
fikri de, eşcinsellerin evlenebilmesi ve toplumca kabul görmesi fikri de,
Müslümanların dinlerini özgürce yaşaması fikri de, sosyalizm fikri de, despotik
demokrasi fikri de aynı oranda tartışmayı ve ilgiyi hak ediyor benim gözümde. Üstelik
hayatımın bir döneminde Kürt düşmanı, bir döneminde Türk düşmanı, bir döneminde
“bugünkü iktidar düşmanı”, bir döneminde “okullara türbanla insan alınmaması”
taraftarı, bir döneminde homofobik, bir döneminde anti-emperyalist, bir
döneminde ise “kısmi emperyalist” idim. Hiç birine düşman değilim artık.
Bazılarını şuanda da desteklerim, bazıları için hala ikna edilmeyi bekliyorum.
Bir insanın fikrinin değişmesi başta siyaset olmak üzere tüm sosyal alanlarda “döneklik”
olarak lanse ediliyor. Buna “aptallığın egemenliği” diyecek kadar keskin
konuşmamalı ama benzeri fikirdeyim.
Piyasadaki
talebin, arz yarattığı bir dünyayı görmedim ben. Benim yaşadığım dönemde arz,
talebi yaratıyor. En iyi dondurma, en iyi araba, en iyi telefon hep piyasaya
sürenler için “en” iyi. Arayış içinde olmayan, kendini bulmuş ürünler. Daha iyi
“yeni” bir dondurma, araba ya da telefon çıkacak. Onlar da en iyi olacaklar.
Ağaçlara
bakıyorum uzun uzun. Kendilerini bulmuş ve bunu kabullenmişlerin en güzelleri.
Fakat yağmura olan sevgim, sanırım onun da arayış içinde olmasından. Diğer
mevsimlere oranla, sonbaharı sevmem de; romanlara
oranla şiirleri sevmem de…
Belki
bu yazıyı yarın okuduğumda beğenmeyip silerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder